19 Aralık 2017 Salı

Neden Güldünüz?

Uzun zamandır elim gidiyor yazamıyordum ama bunu yazmam lazım çünkü acayip komik bir şey oldu. Aslında trajikomik. Geçen gün sayın başbakan meclisteki konuşmasında şöyle bir cümle kullandı. "Ülkemiz Avrupa'da tarımda bir numara". Sonra gülüşmeler olunca sayın başbakan "evet niye güldünüz" diye sitemde bulunuyor. Şimdi neden gülündüğünü dilim döndüğünce anlatayım istiyorum. Tabi öncelikle videoyu paylaşalım.



Efendim şimdi yukarıda dediğimiz ve elbette sayın başbakanın da isteği üzerine neden insanlar gülüyorlar açıklayalım. Çoğunuzun malumu Hollanda ile bir kriz yaşamıştık (sahi ne oldu o kriz neyse konuya dönelim) hani bakan kovulmuştu falan da bir şeyler olmuştu. Ben de olayları anladığım kadarıyla anlatmaya çalışmıştım. İşte o Hollanda mesela (hani şu Konya'dan küçük olan, tükürsek boğarız falan ülkesi) geçen sene 100 milyar doların üzerinde ihracat yapmış. Bir numara olan sevgili ülkemin ihracatı ise 18 milyar dolar. Peki ithalat/ihracat  oranları nasıl? Holanda'nın tarım ithalatı yaklaşık 75 milyar dolar. 100 - 75! Epey bir artı anlayacağınız. Türkiye ise 2016 verilerine göre 700 milyon dolar artıda. 


Mesela Fransa'yı ele alalım. 2013 yılı verilerine göre ihracatı 16.4 milyar € ithalatı ise 12.1  milyar €. Anlayacağınız 3.7 milyar €  kardalar. İspanya'ya bakalım mesela. İhracat 25.4 milyar € ithalatı ise 19.6 milyar €  yaklaşık 5 milyar € artıdalar. Yani bu üç ülkenin gelir gider dengesi hayli iyi benim güzel ülkemden. 



Tabi başka verilerden de bahsetmek lazım. Sadece bununla gülmek yakışık almaz. Mesela neredeyse dünyanın en pahalı mazotunu kullanıyoruz. Bu da haliyle çiftçilerin gelir gider dengesini çok olumsuz etkilemekte. Tarımla uğraşan insan sayısı, tarım arazilerinin büyüklüğü ve bunlara oranla yapılan üretimde de epey gerilerdeyiz. Tabi bütün bu olumsuzlukların sonucu olarak da saman ithal eden bir ülke konumuna gelmiş bulunuyoruz. Şu an ülkemiz ihracatçı durumda sayılamayacak bir noktaya gelmiş durumda. Hal böyle olunca da  "1 numarayız" deyince gülüyorlar haliyle sayın başbakanım. 






17 Mart 2017 Cuma

Bayraklar ve Portakallar

Yine klasik olacak ama uzun bir süredir yazamadığım için gerçekten üzüntü duyuyorum. Öyle çok yazılacak şey birikti ki bu süre içerisinde hangi biriyle başlayacağımı şaşırdım bu yüzden gündemi en çok meşgul eden konudan devam edelim istedim.

Efendim malumunuz bir Hollanda krizi aldı başını gidiyor. Kesilip suyu sıkılan portakallar, yakılan bayraklar, tırmanan gerilim. Şimdi çok şey var söylenecek de önce şu iki soruyu soralım : Fenike portakalından ve Fransa bayrağından ne istediniz? Bunlar cevabını en çok merak ettiğim sorular. Neyse esas olaya gelelim. Yani Hollanda ile yaşanan ve yaşanmakta olan krize.

Neden çıktı kriz? Bakanlarımızın yurt dışında referandum için evet propagandası yapma isteklerinin birer birer geri çevrilmesi ve son olarak da Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya'nın sınır dışı edilmesiyle kriz patlak verdi hatırlarsanız. Bu bardağı taşıran son damla oldu iktidar partisi için. Aldılar bayrağı yürüyorlar birkaç gündür. Bir sürü söylem var. Benim en çok dikkatimi çekenler şunlar: "Faşist Hollanda" , "Nazi Kırıntıları", "İnsan hakları hiçe sayıldı". Haliyle milli duyguları ağır basan bazı çevrelerde etki yarattı bu söylemler ve canım portakallar mundar oldu.

Peki durum tam olarak böyle mi? Yani yaşanan süreçte, tamamen masum olan bakanlarımız faşist Nazi kırıntısı Hollanda'nın zulmüne mi uğradılar? Bunu anlamak için de diplomasinin nasıl işlediğine bakmak gerekir. Bu yüzden konuya hakim olan ve yaşananları açıkça dile getiren birinden alıntı yapmayı daha doğru buluyorum.

"1) Hollanda ile yaşadığımız gerçekten tarihe geçecek çok büyük bir kriz. Ülkeye sokulmamış ve sınır dışı edilmiş bakanlar var.

2) Öncelikle diplomaside diplomatik haklar aslında özünde nezaket prensibi üzerine kurulmuştur. Uygulayıcı ev sahibi ülkedir, güvenlik gerekçesi ile bu hakları askıya alabilir. Sınır kontrolü, seyahat güvencesi de dolayısıyla ev sahibinin tasarrufundadır. Eldeki kırmızı pasaportlar genel uygulama olarak sınırdan geçisi ve ev sahibi ülkedeki serbest seyahati sağlar ancak misafirlerin kamusal alanda 'güvenliği tehdit etme' olasılığı ev sahibinin bu hakları askıya alması ile sonuçlanabilir. Yani kırmızı pasaport otomatikman her türlü giriş, geçiş ve çıkış hakkı vermez, bunlar ev sahibi izin verdiği için gerçekleşir. Temsilciler konuk ülke topraklarıdır, oraya giden yollar ev sahibinindir. Genellikle de izin verildiği için biz geçişin 'otomatik' gerçekleştiğini varsayarız.

3) Türk Dışişleri Bakanı Hollanda'ya Türkiye'yi temsilen diplomatik bir görüşme yapmak üzere gitmemektedir. Kendisini karşılayan, görüşeceği hiçbir Hollandalı yetkili bulunmamaktadır. Kendisi bir devlet meselesi için değil partisi adına seçim konuşması yapmaya gitmektedir. (Bunu devletin uçağı ile ve anayasada açıkça yasaklanmış olmasına rağmen bir yurt dışı temsilciliğimizde yapmak istemesi de Hollanda'nın değil Türkiye'nin meselesidir.)

4) Toplantı yasağını koyan Rotterdam mahalli yönetimidir. Başkanın adı Ahmed Aboutaleb çok sevilen Müslüman bir yerel politikacıdır. Kendisi toplantının içeriği ve katılımcı sayısı konusunda kendisine defalarca çelişkili ve yanlış bilgi verilmesinden dolayı Dışişleri Bakanı'na sonuçta "burada seçim kampanyası yapmanızı uygun bulmuyoruz" demiştir. Diplomatik dilde bu nazikçe "gelmeyin" demektir. "Çatlasanız da patlasınız da geleceğim" demek elinizdeki kırmızı pasaportun ancak nezaket temelleri üzerinden işlediğini unutmak anlamına gelmektedir. Aynı şeyi, "ülkemize gelmenizi arzu etmiyoruz" dediği birinin kırmızı pasaportla gelmeye kalkması durumunda Türkiye de yapardı.

5) Hollanda bu meseleyi bu kadar büyütmeyebilirdi ve Dışişleri Bakanı'nın Rotterdam'a gitmesine izin verip meselenin sadece yukarıda parantezde belirttiğim bir ihlalden ibaret kalmasını sağlayabilirdi. Bunu yapmamayı tercih etti.

6) Türkiye'de onbinlerce kişinin pasaportuna el konmuşken, yenisini çıkartmalarına izin verilmezken, binlerce kişi iddianameleri henüz hazırlanmamışken aylardır hapiste tutulurken, bunların arasında uluslararası kuruluşların üyesi gazeteci ve yazarlar da varken bunun ülkemizin uluslararası saygınlık ve kabulüne bir etki etmeyeceğini düşünmek imkansızdır. Diplomasi karşılıklılık, saygınlık ve nezaketle doğrudan ilişkilidir, haklar daha sonra gelir.

7)Literatürüne baktığımızda başarılı diplomasinin "diz çöktürmek," "tükürdüğünü yalatmak," "bir koymak on almak" değil "diyalogun sürekli kılınması" olduğunu görürüz. Bir dışişleri bakanı hem kendi vatandaşlarının hem de ev sahibi ülkedeki soydaşlarının yaşam kalitesi adına diplomatik diyalogu sürdürmekle yükümlüdür.

8) Bakanların Hollanda'da gördükleri muamele hepimizi rencide etmiştir. Diplomasi doğal bir yetenekten ziyade öğrenilmesi gereken ince bir zanaattir. Öğrenilmemesi durumunda henüz doğmamış nesilleri bile tehlikeye atacak durumları, davranış kalıplarını ve zorbalıkları tetikleyecek koşullar oluşacaktır."

Doç. Dr. Cemile Akça ATAÇ

Yukarıdaki açıklamanın gayet güzel ve anlaşılır bir dille yapılmış olduğunu düşünüyorum. Peki bu kadar basit ve açık olan bu mesele neden bu denli büyümekte ya da büyütülmektedir? Onu da ben mi söyleyeceğim biraz da siz düşünün.


Dip Not: Aile Bakanlığı 2016 faaliyet raporu açıklanmış. Tutturulan tek hedef 81 ilde mevlit okutmak olmuş.



29 Şubat 2016 Pazartesi

Bilim Kurgu Gerçek Mi Oluyor?

1997 yılında Deepblue isimli bilgisayar, dünya satranç şampiyonu Garry Kasparov'u yendiğinde tüm dünyada dikkatleri üzerine çekmişti. Bir bilgisayarın, dünyanın en önemli zeka oyunlarından birinde hem de tüm zamanların en iyi satranç oyuncularından birini yenmesi 2000'li yıllara gidilirken teknoloji açısından büyük bir önem taşıyordu. O zamanlar, birçoklarının aklına 1984 yapımı Terminatör filmi gelmiştir. Bilgisayarların kontrolü ele geçirmesi, robotlar, insanlığın sonu gibi senaryoların revaçta olduğu bir dönem 90'ların sonu. Ancak durum hiç de öyle değildi.



Deepblue'nun Kasparov karşısında aldığı galibiyet (Kasparov'un insan müdahalesi olduğunu ve durumun şaibeli olduğunu bir tarafa bırakırsak) şüphesiz çok önemliydi ancak  felaket senaryolarıyla uyuşmuyordu. Çünkü Deepblue yalnızca satranç oynaması için geliştirilmişti ve yaptığı her hamleyi olası hamleler içerisinden hesaplayarak seçiyordu (saniyede 200 milyon hamle). Yani sahip olduğu bilgilere göre hareket ediyordu Deepblue ve zekaya dayalı hiçbir şey yapmıyordu. İşte asıl eksik olan da buydu.

1900'lü yılların başlarında edebiyatta yerini almaya başlayan yapay zeka özellikle 70'li yıllardan sonra dev firmalar tarafından daha çok ilgi görmeye başladı. Amaç, bir bilgisayarın zeki canlılar gibi davranmasını sağlayabilmekti( yorum getirme, öğrenme, karar verme). Bu konuda her yıl daha kapsamlı çalışmalar yapılmaya başlandı ve Microsoft, Apple ve özellikle son yıllarda Google gibi şirketler yapay zeka araştırmaları için büyük yatırımlar yapmaya başladılar ve nihayet yakın bir zaman önce tarihi bir olay gerçekleşti. Bir yapay zeka bu güne kadar yapılamayanı başararak Go oyununda, 3 defa Avrupa şampiyonu olan Fan Hui'i hem de 5 maçta da yenmeyi başardı.


Peki bu neden bu kadar önemli?
Yukarıda Deepblue'nun satranç oynamak için yapılmış olduğunu belirtmiştim. Go oyununda zafer kazana AlphaGo yazılımı ise Go oynamak için tasarlanmadı, oyunun nasıl oynandığını genel amaçlı bir algoritmayla öğrendi.

Peki neden Go oyunu?
Go oyunu Çin kökenli ve yaklaşık 2500 yıllık bir oyun. Oyunun basit mantığı aslında oynanmasını bir o kadar da zorlaştıran asıl etken. Satrancın aksine taşların belirli ve kısıtlı hamleleri yok. Bu da hamlelerin bilgisayara öğretilmesini imkansızlaştırıyor. Bir Go oyunundaki hamle sayısı, evrendeki atomların sayısından fazla .Stratejik derinliği açısından da satrançtan çok daha zor bir oyun olduğu kabul ediliyor. Öyle ki bir Go oyuncusunun oyun üzerinde gelişimini tamamlaması ömrünün tamamını alabiliyor. Ayrıca bu galibiyetin, bilgisayarların profesyonel bir Go oyuncusuna karşı aldıkları ilk zafer olduğunu ve çok uzun yıllar boyunca böyle bir yazılım için büyük bir ödül verildiğini ancak verilen süre zarfında kimsenin  böyle bir yazılımı yapmayı başaramadığından ödülün iptal edildiğini de ekleyelim.

Not: Artık felaket senaryoları üretmenin tam zamanıdır .)


12 Kasım 2015 Perşembe

Demokrasi de la Pompa

"Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar" diyor Platon. Kim bu Platon? Nam-ı diğer eflatun. Antik klasik Yunan filozofu, matematikçi ve batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olan Atina Akademisi'nin kurucusu. Hangi yıllarda yaşamış kendisi? MÖ 427 - MÖ 347. Peki ne demek istemiş? He işte o kısmı detaylıca anlatmak lazım. Bunun için de yukarıdaki kavramları açıklamak gerek öncelikle.

Demokrasi:  Tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir tür yönetim biçimidir. Hani seçimler falan yapılıyor ya gidip oy kullanıyorsunuz. Sonra sizin oy verdikleriniz de parlamentoya giriyorlar milletvekili olarak ve sözde sizi temsil ediyorlar. İşte şu an kağıt üzerinde işleyen yönetim biçimine verilen ad Demokrasi. 

Oligarşi:  Küçük ve ayrıcalıklı bir grubun iktidarda olduğu yönetim biçimi. Genelde görevlerini kötüye kullananların oluşturduğu tiksinilesi yapı. Diktatörlüğe geçiş aşaması ve benzeri.

Demagoji: Halkın isteklerine, ön yargılarına ve korkularına dayalı olarak yapılan siyaset ve destek arayışıdır.Güçlü bir hitabet ve propaganda yeteneğine bağlı olarak, dindarlık, milliyetçilik ve ırkçılık gibi kavramları kullanarak insanları sömürmek.

Demagog: Demagoji yapan insan.

Diktatör: "Bütün siyasi yetkileri kendisinde bulunduran kimse" diyor TDK. Bu isim olarak tanımı. Sıfat olarak da "Zorba" diye tanımlanmış.

Şimdi bu bilgiler ışığında Platon'un ne dediğini tam olarak anlamak mümkün olacaktır diye düşünüyorum. Peki neden bu kadar detaylı yazdım bunları buraya? Hemen söyleyeyim. Yaklaşık iki hafta önce seçimler yapıldı ve AKP tek başına iktidar oldu. Bir şok etkisi yaşanıyor bazı çevrelerde. Her kafadan bir ses çıkıyor. Yok hile yapıldı, yok baskı vardı vs. Olabilir. Her şey olabilir bunları bilemem. Ama esas neden yukarıda yazıyor aslında. Büyük çoğunluğu cahil olan bir toplumda yaşıyoruz. Okumayan, araştırmayan, dinle uyuşturulmuş, ahlak yoksunu, analitik düşünme yeteneği kalmamış insanların oluşturduğu. 
Hep kullandığım bir cümle var; " demokrasi, niteliksiz çoğunluğun nitelikli azınlığı yönetme biçimidir" diye. Değişen bir şey yok. Hiçbir şey de iyileşmeyecek. Yaklaşık 2500 sene önce bir düşünürün akıl ettiğini bu gün bir toplum anlayamıyorsa pek de konuşmaya gerek yok. 

17 Aralık 2014 Çarşamba

Akıl Yitimi

Bütün o saçmalıklarınızdan öyle yoruldum ki artık. Hepinizden. Söylediğiniz her şeyden. Öyle nefret dolu, öyle pislik içindesiniz ki tahammül edemiyorum artık. Kafamı çevirdiğim her yerde, kendisini "bir şey" olarak tanımlayan insanlar görüyorum. Türk, Kürt, Ermeni, Müslüman,Yahudi, AKP'li, CHP'li, kemalist, cemaatçi. Yalnızca insan olamıyorsunuz. Öyle geri zekalısınız ki inandığınız ya da savunduğunuz şeylerin bile ne olduğundan zerre haberiniz yok. Milliyetçi olun, dindar olun, kapitalist olun. Hepsini olun ama sakın insan olmayın. Hepinizin derdi diğerini becermek. Çünkü efendileriniz size bunu emrediyor. Çünkü kendi aklınızı kullanamayacak kadar acizsiniz. Devlet devlet deyip duruyorsunuz. "Devlet nedir?" diye sorsalar vereceğiniz düzgün bir cevabınız bile yok. Devletin sizi nasıl siktiğini, beyninize doldurulan bütün saçmalıkların sizi nasıl uyuşturduğunu göremeyecek kadar körsünüz çünkü.
Öyle aptalsınız ki size ne denirse onu yapıyorsunuz. Sabahın köründe kalkıp eşek gibi çalışmak zorunda olduğunuzu sanıyorsunuz. Üç beş kitap okuyup alim olanlarınız var. Hemen cevap veriyorlar buna "aç mı kalalım". Kalmayın. Sakın aç kalmayın eşek gibi çalışıp vergilerinizi ödeyin. Sonra polis copunu birilerinin götüne sokunca da izleyip mutlu olun. Sakın kendinize ne olduğunuzu sormayın. Sakın "neden bu insanlar devlete baş kaldırıyorlar" diye sormayın. Açın dizi izleyin. Ya da öyle bir şeyler yapın. Sonuçta aptalsınız.
Ya da siz anarşist geçinen süper zekalar. Ne zaman sistemin bu şekilde yıkılamayacağını anlayacaksınız? Ne zaman içinde yaşadığınız sistemin kurallarını idrak edip onu yıkabilmenin gerçek yolunu göreceksiniz? Peki ya siz işçiler. Sefil yaşamlarınızı patronlarınız için feda etmekten ne zaman vazgeçeceksiniz? Daha ne kadar acı çekmeniz gerekiyor? Komünistlere diyecek bir söz bile bulamıyorum artık. Öyle içiniz boşalmış, öyle sıçmış durumdasınız ki acınası olmaktan bile uzaksınız.
Ah insanoğlu nasıl da zavallısın sen. Nasıl aciz ve acınası...

29 Kasım 2014 Cumartesi

Kısa Bir Özet Geçelim

      Yine epey uzun bir aranın ardından yazmaya fırsat buldum. Esasen daha önceki yazılarımdan farklı olarak kendimle ilgili bir yazı olacak. Öncelikle neden yazdığım yazıların arasında bu kadar zaman farkı olduğunu açıklamakla başlayayım. Bunu yapmak için de biraz gerilere gitmek gerekecek.
      İstanbul'da memur bir babanın üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldim (panik yapmayın tüm hikayeyi dinlemeyeceksiniz). Heybeliada çocukluğumun geçtiği yer. Orta öğretimimi ve liseyi bu şirin adada tamamladım. Ardından, biraz da yeni şeyler keşfetmek, kendimi tanıyabilmek ve biraz da özgür olabilmek gibi birkaç farklı amaçla (ayrıca tamamen rastlantısal olarak ) Sakarya Üniversitesi'nde sosyoloji bölümüne kayıt oldum. Çocukluk dönemlerimden beri yakamı bir türlü bırakmayan uyumsuzluk problemi ve okuldan nefret etme huyum haliyle beş buçuk yıllık bir sürecin ardından üniversiteyi terk etmeme neden oldu (aslında biraz daha komplike olabilir). Gerçi bu süreçte bir çok yeni insanla tanışma fırsatı yakaladım. Yığınla kitap okuyup film seyrettim (iki defa kitap yazmaya kalkışıp bitiremediğim de kayıtlara geçebilir). Bir yandan akademik anlamda güzel bir sıçışa imza atarken diğer taraftan zihnimi eğitmeyi elimden geldiğince başardığıma inanıyordum. Sakarya'da geçirdiğim beş buçuk yılın ardından yaklaşık bin beş yüz lira borçla ve sistem açısından başarısız olarak tanımlanan bir adam olarak Heybeliada'ya geri döndüm. Esasen aklımda hiçbir fikir yoktu (ya da öyle bilinmesi daha iyi). Sanıyorum Sakarya'yı terk ettiğimde 2009 yılının Nisan ayıydı. Bu konuda tam olarak emin değilim ama çok da önemli bir detay sayılmaz. Her neyse! Yaz geldiğinde çalışmam gerekiyordu ve uzun yıllar boyunca, her yaz yaptığım gibi Lady Cafe'de ocakçı, garson, temizlikçi, müdür yardımcı, nargileci gibi birkaç sıfatla çalışmaya başladım.
      Sakarya'da geçirdiğim yıllar bana çok şey katmıştı. Hayatımın bu adada, bir çay bahçesinde geçmesine izin vermek gibi bir niyetim yoktu ama ne yapacağıma henüz karar vermemiştim ki tüm hayatımı ve düşünce yapımı tamamen değiştiren bir şey oldu. Ne olduğunu burada yazamayacağım için bu yazıyı okuyacak olan insanlardan şimdiden özür diliyorum ama ileride bu kısmı dolduracağımı da bilmenizi isterim.
       2010 Şubat'ında hayatımda ilk defa yaşamın bir şeyler yapmaya değer olduğunu düşünmeye başlamıştım. Evet başlamıştım ama sisteme uyum sağlamak konusundaki problemim, arkamda boktan bir dağ oluşturmuş durumdaydı. Yeni bir başlangıca, her şeyi yeni baştan inşa etmeye ve sıfırdan bir hayat kurmaya ihtiyacım vardı. Bir süre sonra bunu başarmanın bir yolunu bulduğumu düşünmeye başlamıştım. Aldığım karar Avustralya'ya gidip üç yıllık bir eğitimin ardından herhangi bir meslekte ustalaşmak, bu sayede hem eksik olan İngilizcemi geliştirmek, hem ikinci bir ülkenin vatandaşlığını almak hem de iyi bir gelirle hayatıma devam edebilmekti. Tüm hayatı boyunca (neredeyse) hiçbir şey yapmamış bir adam için epey büyük hayallerdi. Geçen iki yılın ardından birikmeyen paramla ve suya düşen hayallerimle baş başa kalmıştım. Elimden gelen hiçbir şey yoktu. Kazandığım para kendi harcamalarıma ancak yetiyordu. Ama pes etmeye de niyetim yoktu. Başıma gelen şey mükemmeldi ve benim bunu korumam gerekiyordu. Sürekli kendime "vazgeçemezsin" demeye başlamıştım. Bir yolunu bulmak zorundaydım. Bu amaçla 2012 yılının sonlarında programlamanın mantığını öğrenebilmek amacıyla "Temel Programlama" kursuna yazıldım. Başlangıçtaki düşüncem mobil uygulama geliştirebilmekti. En azından bu sektörde çalışabileceğimi düşünüyordum. Bu kurs daha bitmeden "C# Programlama Dili" kursuna da yazıldım. Deli gibi ders çalışır olmuştum. Bir işim yoktu ve bu yüzden beş parasızdım. Hafta sonları kursa gidiyordum, hafta içi evde kursta gördüğüm dersleri tekrar ediyor, programlama bilgimi ilerletmeye çalışıyordum. İkinci kurs bittiğinde 2013 Haziranına girmiştik.Tam da bu sıkıntılı dönemde bir dizi için senaryo ekibinde kendime iş buldum. Birkaç aylık süreç sonunda dizi yayın hayatına başlayacakken ve ben de bir yandan yazılımla uğraşıp bir yandan da en azından hayatımı düzene sokmama yarayacak bir kazanç elde edebilmeyi düşünürken (çok fazla detay sonucunda) dizi ekibinden ihraç edildim. İyi şeyler başarabilecek bir diziydi, Firuze adıyla Show TV de yanılmıyorsam dört bölüm oynayıp yayından kaldırıldı. Tuhaf bir şekilde üzülmüştüm ama bu benim paraya olan ihtiyacıma da çözüm getirmiyordu elbette. Devam etmem gereken en az üç kurs daha vardı ama bunları karşılayacak maddi gücüm yoktu. Zaten yaklaşık iki yıldır çalışmadığımdan hiç param yoktu. Ben de mevcut yazılım bilgimle altından kalkabileceğim ve kendi başıma ilerleyebileceğim bir iş yapmaya karar verdim.
      Yaklaşık bir ay içerisinde html ve css konularında epey bilgi sahibi oldum. Ardından visual studio ve asp.net geldi. Sonra javascript, jquery derken kendimi web site tasarlarken buldum. Toplamda altı aylık bir sürenin ardından iki kişinin web sitesini hazırlamıştım. Sonra aklıma gerçekten iyi bir fikir geldi ve kendisi bu işte benden ilerde olan çocukluk arkadaşımla bunu paylaştım. Esasen bir süredir de böyle bir şeyin düşüncesi içerisindeydik. Güzel bir fikre sahip olursak bunu hayata geçirmek istiyorduk. Böylelikle benim de inşa etmeye çalıştığım hayat başlayabilecekti. 2014 yılının Mart ayında kendime bir söz verdim. Ne olursa olsun hayal ettiğim şeylere ulaşana kadar durmayacağım. Bu sözü neden o zaman verdiğimi daha sonra anlatacağım. Dediğim gibi güzel bir fikre sahiptik ve hayata geçirmek için sabırsızlanıyorduk ancak şu an için bir çok nedenden ötürü bu fikri kenarda tutmamız gerektiğini anlamamız uzun sürmemişti. Fikrimiz güzel olduğu kadar, hayata geçirmesi de zor bir fikirdi. Eğer bu projeyi hayata geçirmek istiyorsak, adım adım ilerlememiz gerekiyordu.Bu amaçla google adwords ile uğraşmaya karar verdik.İşte bu kararı aldığımızdan bu yana da yaklaşık üç hafta oldu. Bu, aynı zamanda yazının da sonuna geldiğimizi gösteriyor. Belki içinizden bazıları yazının sonunda "sonsuza dek mutlu yaşadılar" gibi bir cümle bekliyordu ya da en azından bir son ama benim hikayem yeni başlıyor. Bu blog benim hikayemi zaman zaman sizlere yansıtmaya devam edecek. Umarım siz de okumaya devam edersiniz. Bu arada unutmadan bu da bizim sitemiz Kazandıran Reklam bir çok falsosu olabilir (mesela logosu gibi). Bu da benden size küçük bir armağan Loreena McKennitt - All Souls Night . Işık sizinle olsun serçeler :)

15 Temmuz 2014 Salı

Neden bayan değil kadın!

Şimdi dikkatlice okuyun çünkü bu iyiliği her zaman yapmam. 

Öncelikle konuyu açıklamak için bir örnekle başlamayı doğru buluyorum. 

Örn-1-a):"Anne bu gece bir erkek arkadaşımda kalıyorum haberin olsun.
Örn-1-b):"Anne bu gece bir 'bayan' arkadaşımda kalıyorum haberin olsun.

Şimdi yukarıdaki örneğe bakacak olursak, bayan kelimesinin buradaki kullanımı yanlıştır. Çünkü bay/bayan kelimeleri İngilizcedeki Mr./Miss. e karşılık olarak Türkçe'de türetilmiş kelimelerdir. Yani, bir cinsiyeti tanımlamak için değil, bir ismin önüne saygı ifadesi olarak kullanılmak için vardırlar. İşte tam da bu nedenden ötürü, yukarıdaki örnekte, 'kadın' kelimesinin yerine kullanılmış olan bayan kelimesi kati suretle yanlıştır.
Bay/bayan kelimelerinin türetiliş amaçlarını bir tarafa bırakırsak, günümüzde kullanım şekli, kadının cinsel kimliğini baskı altına almaktadır ki bu affedilemeyecek bir durumdur. Şöyle ki, ülkemizde 'kadın' ('dişi' olmak dışında) bir çok sıfatla tanımlanır:Anne,bacı,yenge vs. Ancak bunların dışında bir de kadına 'namus' kavramı oturtulmuştur. Nedir bu namus? Hemen açıklayalım! Erkeklerde her yere sürülebilen cinsel organın kadınlarda kullanımının yasak olması durumudur. Şöyle ki, bir kadınla birlikte olan erkek milli olurken, kadın orospu olur.


İşte tam da bu noktada neden 'bayan' değil 'kadın' demekte ısrarcı olduğumuzu anlatmak çok daha kolay olacaktır. Çünkü bizim toplumumuzda erkek neredeyse doğduğu günden ölene kadar erkekken, kadın için durum öyle değildir. Kadın bizim toplumumuzda yaşamına 'kız' olarak başlamaktadır. Ta ki cinsel ilişkiye girene dek! Cinsel ilişkiye giren kız artık kadın olur. Tabi kadın bu noktada iki farklı bakış açısıyla değerlendirilir. Evli mi değil mi? Evlilik dışı cinsel ilişkide bulunduysa şayet namussuz kadındır! Aksi halde yengedir, bacıdır, abladır, teyzedir vs.


Konunun en can alıcı kısmı da işte tam buradadır. Esasen 'kadın' kelimesi bizim toplumumuzda cinsel ilişki durumunu belirten bir kavramdır ve ekseriyetle olumsuz bir kullanımı vardır. Peki ya erkek? Erkek için sıkıntı yoktur. Yukarıda dediğimiz gibi erkek hep erkektir. Zaten bundan ötürüdür ki 'pardon bayım bakar mısınız' cümlesinin kullanım sıklığı 'pardon bayan bakar mısın' a oranla milyonda birdir.
Peki neden böyledir? Nedeni basittir,bir kadına 'kız' mı yoksa 'kadın' mı demesi gerektiğini düşünen yurdum insanı çareyi 'bayan' kelimesini kullanmakta bulur. Esasen 'kadın'ın cinsel kimliğini ezmekte olan ve son yıllardaki artan kullanımıyla alt bilince yerleşmeye başlayan bu kullanım şekli doğru değildir. Elbette bunu aslında ne kadar kötü bir şey yaptığının farkında olmadan yapanlar da vardır ancak o bu yazının konusu değildir..

Neden Güldünüz?

Uzun zamandır elim gidiyor yazamıyordum ama bunu yazmam lazım çünkü acayip komik bir şey oldu. Aslında trajikomik. Geçen gün sayın başbakan ...